Son kitabı Nefeshane’de nefes almayı bambaşka açılardan ele alan yazar B. Nihan Eren, kitapta yer alan sekiz öyküyü, kahramanların kendi ağızlarından yazıya döküyor. Kimi öyküde bir mezarın içinden, kimisinde sıradan bir apartman dairesinden çıkıyor ‘nefes’ler… Nihan Eren ile son kitabı Nefeshane’yi, yazma tutkusunu, ölümü ve yaşamı konuştuk.
Güzide Yülek
“Ölümlü olduğunu bilen tek canlıyız” diyor B. Nihan Eren… Çocukluğundan beri hep yazar olmayı düşlemiş. Kendisine sorulduğunda ise çocuk aklıyla “büyüyünce ne olacaksın” sorusuna, çevresindeki kızlar “öğretmen” diye cevap verdikleri için “öğretmen” diyor ama arkasına hep ekliyormuş; “Öldükten sonra yazar olacağım.”
Ölüm, sadece çocukken verdiği cevap değil elbet yazar için… Son kitabında ölümü ve yaşamı şu satırlarla çok güzel aktarıyor.
“…. Kökler ve çatlamamış filizler, larvalar ve yumurtalar, termitler, yattığın toprağın altında canlanmaya, seni kemirdikçe palazlanmaya teşne şu kara kalabalık etrafını sarmış, kımıldanıyor. Ellerine bakıyorlar. Belinden geçiyorlar. Tümseklerine çıkıp, çukurlarına dolacaklar. Gözlerini alacaklar. Etini alacaklar. Bu etle bir yavru yılanı büyüteceksin. Ona nefes olacaksın. Bir hayvana dönüşeceksin. Bir yılan olacaksın. Sonunda, bir hayvan bedeninde yeniden… Nefes alacaksın.”
Yazma süreciniz nasıl başladı? Yazar olmak aklınızda hep var mıydı?
Tabii… Hep. Fakat ben çocukken yazarların ölü olduklarına inanıyordum. Yani ancak öldükten sonra kitapları çıkabilirmiş gibi. Niye böyle düşündüğümü inanın ben de bilmiyorum ama o yıllarda daha etkili olan yazar kimliği miti, kitapların arkasındaki fotoğraflarına uzun uzun baktığım yazarların kerli ferli halleri ve özgeçmişlerindeki doğum ölüm tarihleri bunda etkiliydi muhtemelen. Büyüyünce ne olacaksın sorusuna öbür kızlar öyle cevap veriyor diye öğretmen deyiveriyor, ama öldükten sonra da yazar olacağım diye heyecanla ekliyordum. Öldükten sonra yazar olacağım cevabını alan yetişkinlerin yüzünde donup kalan gülümsemeleri, bir çocuğun ağzına yakıştıramadıkları ölüm kelimesine duydukları ve gizleyemedikleri şaşkınlıkları bugün bile gözlerimin önünde. Fakat benim için olağan bir şeydi. Ölünce yazar olunur yani. Ve ben de olacağım. Bu kadar basit bir şeydi benim için.
Yazmak sizin için ne ifade ediyor?
Benim nefeshanem. Yazmayı çok mu seviyorsun, diye sorarlardı bana mesela. Bir şeyi sevip sevmediğinizi anlamak için ona mesafe alarak birazcık da olsa üzerine düşünmeniz gerekir. Yani seviyorum herhalde başka türlü yaşamayı bilmiyorum diye cevap verirdim ben de. Hala bu cevap geçerli benim için. Bunu düşünecek kadar bile mesafe koyamıyorum ki yazmakla arama.
Nefeshane’nin çıkış noktası neydi?
En kısa ve net tarifiyle nefessiz oluşumuz. Kelimenin gerçek anlamıyla da alegorik anlamıyla da, psikolojik ve sosyolojik etmenler nedeniyle, buralı olduğumuz için ve aynı zamanda dünyaya insan olarak geldiğimiz için de nefes alamadığımız durumlar var. Biz öncelikle kendi bedenlerimizle ruhlarımız, sonra da çevremizle, sıradan gündelik hayatlarımızla özlemlerimiz arasında bir bütünlük oluşturabiliyor muyuz? Yoksa kapanmayacak yarıklar mı var aramızda? Seçtiğimiz veya içine doğduğumuz yaşamlar bizler için birer nefeshane mi yoksa hapishane mi? Bu sorulardan temellenen bir kitap Nefeshane.
Son kitabınızda sekiz öykü var. Bunlar gerçek öyküler mi?
Gerçekle kastınız ne bilmiyorum ama eğer sorduğunuz bu insanlar gerçekten varlar mı sorusuysa hayatımda birebir karşılıkları yok. Yani tanıdığım birini yazmadım. Ve bunu hiçbir kitabımda yapmadım. Benim başımdan geçenler kimi, niye ilgilendirsin diye düşünüyorum. Edebiyatı ya bir anı defterine indirgemekten ya da bir belgesele ya da gazeteye çevirmekten hep imtina etmişimdir. Bunu bir tür yazarlık nosyonu ve mesuliyeti olarak görüyorum. Benim hayatla kurduğum ilişki ya da hayatta karşılaştığım, gözlemlediğim insanlar ancak iyi bir gözlemcilikle; ne hakkında yazacağımı şekillendirebilir. Öyküleri kavramsal bir zemine oturtan bir başlangıç olarak veya bütünlüklü bir kavrayış geliştirmeme yarayan bir şey olarak görüyorum bu noktada kişisel hayatımı. Edebiyatsa doğası gereği buradan yola çıkan bir kurgu. Hiçbiri gerçek öyküler değil, hiçbir karakter de gerçek değil. Ama aynı zamanda hayatta gördüğümüz pek çok insana benzeyen insanlar bunlar. Hayatta yaşadığımız pek çok durum, pek çok duyguyu anlatıyorum. Karakterlerin gerçekçi olması üzerindeyse özellikle duruyorum. Zaten edebiyat dediğiniz nedir ki, hayatı taklit ederek onu yeniden üreterek anlamaya çalışıyoruz.
Öyküler hakkında kısa bilgi alabilir miyiz?
Tek tek öykülere gelirsek, kitaba adını da veren ilk öykü Nefeshane bir mezarda başlıyor, son öyküsü olan İstanbul, Bir Nefes ise doğumla bitiyor. Doğumla ölüm arasında, farkında bile olmadan, önemini ancak nefessiz kaldığımızda anlayabildiğimiz bir eylem nefes almak. Doğumla başlayıp ölümle biten bu süreci ben tersine çevirmek, sondan başlayıp başa gitmek istedim. Aynı zamanda hayatın hep nasıl olduysa öyle sürdüğüne ve ne olursa olsun daima süreceğine yönelik umutlu bir vurgu bu yönüyle. Leyla’nın Üflediği erkekler arasında bir mülkiyet geçişinde özne olamamış, bu iktidarın ancak yaveri olabildiğini ancak ömrünün sonlarına yaklaştığında anlayan çiftlik hanım ağası Leyla hakkında. Ve bir tek o İstanbul’da yaşamıyor, bir misafir. Yani onu her şeyiyle dışarlıklı kılmak istedim. Kaplumbağa Terbiyesi, toprak zengini ve erk sahibi güçlü babasının gölgesinde geçen gençliğinde cinsel kimliğini saklamak zorunda kalmış Vasıf’la ilgili. Yani bir başka iktidar meselesi… Kendi bedeni, toplumsal kurallar nedeniyle bir hapishane olmuş ona. En sevdiğim öykülerden olan Supernova ise 50. Yaş gününü kutlayan ünlü bir oyuncu kadın hakkında. Geçmişi ve bugününe gerçekten işleyip işlemediğinden emin olamadığımız bir cinayet eşliğinde baktım.
Yaşam ve ölümün sizdeki karşılığı nedir?
Fani olduğunu bilen tek canlı bizleriz. Bu kimi insana büyük bir umutsuzluk veriyor, nasılsa öleceğimiz duygusuyla hayatların anlamsızlaşabildiğini görüyorum çoğu insanda. Fakat aynı durum kimilerineyse bir cesaret ve güç veriyor. Ölmeden şunları da yapayım veya ölüp gideceğim bari bu hayatı anlamlı bir bahçeye çevireyim duygusu oluşuyor. Veya bir merak duygusuyla yaklaşıyorlar hayata. Bilimin ve sanatın gelişmesini ben öleceğimizi bilmemize ve hayata yönelik merakımıza borçlu olduğumuza inanıyorum. Ben de işte bunun yanıp sönen çelişkisiyle birlikte yazıyorum.
Yaşam için insanın hayat gayesini bulması yolculuğunda ölüm ne kadar yol gösterici?
Zamanımın büyük bir bölümü evde geçtiği için kedim Ludwig’in hareketlerini uzun uzun izlemekten çok hoşlanıyorum. Maması varsa yiyor ama eğer koymayı biraz geciktirmişsem bana hatırlatmada bulunuyor. Yani bu kadın mama koymayı unutur munutur ben birazını kenara ayırayım da sonra yerim demiyor. Niye biliyor musunuz? Çünkü öleceğini bilmiyor. Yarın düşüncesi yok bizdeki gibi. Ama biz hep gelecek odaklı yaşıyoruz, kendimizi, aşımızı ekmeğimizi garanti altına almaya çalışıyoruz, yatırım yapıyoruz, birikim yapıyoruz. Evler yapıyoruz, yıkıyoruz. Kafa tutuyoruz ölüme. Ama hayvanlar yalnızca hayatı sürdürmeye yaradıkları durumu ve bilinciyle yaşıyorlar. Doğuyor, karınlarını doyuruyor, ürüyor ve ölüyorlar. Bir zincir gibi kendinden sonra cinsinin devamlılığı esasına dayalı bir yaşam biçimi. Her bahar balkondaki kombinin üzerine kuşlar yuva yapıyor. Her bahar. Sektirmeden ürüyorlar. Aslında yaşamak bu kadar basit. Yaşamın anlamı, yaşamın kendisidir. Yalnızca bu. Bizden sonra da hayat sürmeye devam edecek. Bunu bilerek yaşamalıyız ama olmuyor. Çünkü insan yarına odaklı ve meraklı bir kaşif olduğu kadar aynı zamanda eksikli de bir varlık. İçindeki o boşluk, edimlerinin de eylemsizliğinin de, yalan ve riyalarının da hatta şefkatli sevecen biri olabilmesinin veya bir zalime dönüşmesinin, savaşmasının ya da tabiatı denetim altına alarak dünya üzerinde medeniyetleri yaratmasının da tek nedeni diye düşünüyorum. Ölüm bilinciyse bu boşluğu büyütüyor. O boşluğu kapatabilmek için nelerle uğraştığımızsa bize hayatlarımızı veriyor. İyi veya kötü insanlar olmayı seçmek, verimli ya da tatmin olabileceğimiz yaşamları inşa edebilmek veya bunun için uğraşmayı zul kabul etmek bizim ölüm bilincinden kaynaklı boşluğu kapatma çabalarımız ve herkeste farklı tezahür ediyor. Bir de dünya, evren düzensizlik ve kaosla ilerler, düzensizliğini koruma gayesi içindedir. Ama dinler bu düzensizliği koruma çabasının bir intizam olduğu fikrinde birleşmişler. Düzen iddiasında bulunan tek canlı insandır. Hayatı düzene kavuşturmak isteyen, sistemler geliştiren, belli prensipler bulan insanın bu yönü de hayatı ve doğayı denetim altına almak istemesinden yani ölüm korkusundan kaynaklanıyor diye düşünüyorum.
Öyküleriniz İstanbul’da geçiyor ve bazen bir apartman dairesinde bazen bir bodrumda, bazen hastane odası gibi farklı mekanlarda oluşuyor. Bu mekanların hayatı sorgulama sürecinde insana katkısı nedir?
Çok sesli olmalarını isterim öykülerimin. Belli bir sınıfa ya da dünyaya hapsolmalarını istemem. Farklı yerlerden gelen türlü türlü insanlar ve bu insan olma durumunun, ağırlığı, kaosu, ritmi, kederi ve sevinci… Beni yazmaya iten nedenler bunlar zaten.
Sadece İstanbul olmasının özel bir sebebi var mı? Hayat dünyanın öbür ucunda farklı mı sorgulanıyor? Örneğin batı illerindeki insanlarla Anadolu’nun bir köyündeki insanın hayatı sorgulama, mutluluğunu ya da hayat karşısındaki acizliğini sorgulama biçimi ne kadar farklı? Siz nasıl yorumluyorsunuz?
Elbette sorgulanabilir, sorgulanıyor da. Okumuşluğun kibrine düşmekten çok korkarım. İnsan olmak yalnızca İstanbul’la açıklanabilir bir şey değil ki. Tüm hayatını Tekirdağ’daki köyünde, çiftliği ve ailesiyle uyum içerisinde geçirmiş dedemin ağaçları budamadan önce ağaçlardan rızalık istediğini görerek büyüdüm ben. Hayvanlarına ve toprağına onları incitmeme, küstürmeme gayesiyle yaklaştığını. Bunları unutarak yaşamı sorgulama, mutluluğu arama çabasının yalnızca şehir insanına mahsus olabileceğini düşünmem çok zor benim.
Daha önceki kitaplarınız da dahil, okuyucuya hep hayatı sorgulamayı, umutsuzluğu ve umudu anlatıyorsunuz? Siz hayatı sorgularken nelerle karşılaştınız? Gerçek sizi bulabildiniz mi? Buldunuz ise suretten memnun musunuz?
Kişi kendini arar, bulamaz. Fakat mesele arayışın kendisindedir. Yazmak da benim için bunun bir biçimi. Yazarak bunu yaptığım içinse mutlu biriyim. Bu kafi benim için.